Manisa'da Çocukluk

80’lerin başında Manisa’da bir çocuk...

            Şairim Cansever’in dediği gibi "Gökyüzü gibi çocukluk, hiçbir yere gitmiyor."

            Sultan Camisi’nin alt sokağında başlayan çocukluğumu nasıl unuturum? İki bina yanda, ikinci katta oturan (Ellerinden öperim, onlarca yıldır görmedim.) ilkokul öğretmenim Ayten Hanım’ı… İlk öğretmeninin komşusu olması, insana hayatı erken kavratıyor. İnsanı nakış gibi işleyen sınıf öğretmenleri, hayatta iyi ki dediklerimden…

Şehri küçük yaşlarda sokak sokak gezmekten keyif alan bir çocuktum. Hâlâ da öyleyimdir, gittiğim şehirleri köşe bucak gezmeye bayılırım. O yıllar, en çok da Sultan Cami’si çekerdi beni, komşumdu; o ağaçlar, sultan sarayı bahçesi çocukluğumun en güzel renklerini barındırırdı. Yeşilin daha yeşil olduğu yıllardı o yıllar. Ahmet Bedevi’nin diktiği son ağaçlar büyümüş, daha bir yeşertmişti belki Manisa’yı. Hemen bahçesindeki Bimarhane’nin 400 yıllık eski bir akıl hastanesi olduğunu öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığı hâlâ hatırlarım. Tedavi yönteminin musiki olması ise beni ayrıca heyecanlandırmıştı. Çocuk aklı, bir yerime bir şey olsa müzik yeter, diye düşünürdüm. Muradiye Camisinin de Koca Sinan’ın eseri olduğunu öğrenince çok sevinmiştim. Büyük ustanın elinin ve aklının değdiği bir eseri her zaman görebilmek… İki komşu, iki yüksek akıl eser, yok daha iyisi şimdilerde, nasıl olsun?

 Parklarıyla, çay bahçeleriyle, yeni yeni gelişen ve kökleşen dostluklarımla bir renk cümbüşüydü Manisa’da çocukluk. Nereden bilebilirdim onlu yaşlarımın başında tanıdığım birkaç çocuğun, sırtımı dayayabileceğim can dostlarım olacağını? İnsan böyle birkaç kişi bulsa hayatta, yeter de artar. Çıkarsız, ‘ama’sız, öylece…

Fatih Parkı’nda, Ağlayan Kaya’nın dibinde Kır Kahvesi’nde oturup sohbet ettiğimiz yıllar… Tam da burada Emekliler Parkı’ndan söz etmesem olmaz. Yıkılıp ne olduğu belli olmayan betondan bir yer haline getirilen, katledilen güzel anılarımız. Nasıl da özlemeyeyim? Bu kadar güzel, bu kadar yeşil çay bahçelerine sahip şehirler ne yazık ki çok az ülkemizde. Sahip çıkmak hepimizin görevi olmalı. İşte o yıllar Ulupark’ta oturmuşum, doksanlı yılların sonu, mermer masalara damlıyor güneş. Gökyüzünü görmek ne mümkün. “ağaçlar istemezse değmezmiş toprağa güneş”, demiştim bir şiirimde. Bu güzel yurdun, Manisa’mın daha koyu karanlığa dalacağına korktuğumuz zamanlardaydık. Niobe’nin kıyılan çocuklarından olmamak için direndiğimiz yıllarda…

                                                                       ***

Yine aynı yıllar kitaplarla tanışma, okuma sarhoşlukları… Şiire, romana, hikâyeye bulaşma. İlk kanat alıştırmaları, yazma çabaları. Manisa’nın yoksul kültür sanat dünyası içinde şanslı olduğum zamanlar. (Manisa’nın hâlâ yeterli düzeyde sanatla buluşamamış olması içimde bir yara. İsterim ki Manisa, hak ettiği kültür ve sanat ortamına ulaşsın.) Güzel insanlarla karşılaşmalar… Şairim Olcay Özmen ile tanışma, sonrası şiir kardeşliği. Lise yıllarımda Kıymetli Halil Şahan’ın öğretmenim oluşu. Belki yolların kesişmesi. Onunla uzun uzun şiirin ne olduğu üzerine konuşmalar. Şiir için “Sıkılmış bir üzüm salkımı olması gerekir, elde kalan posa şiirdir işte.” dediği yıllar. Şiirin ne olmadığı üzerine konuşmalar. Sonra Tuğrul Keskin ile beni tanıştırdığı zamanlar. Şair abiyle şiir üstüne konuşmalar, dil üzerine açılımlar… Sessizliğe dalmalar, şiirlere şiirler eklemeler. Sonra Ahmet Çınar ile tanışma. Onunla “Hikâye mi, öykü mü?” sorunsalı. Israrla bir dergi çıkarma isteğim. Ahmet’in özverili dergiciliği. Gediz’li yıllar, ne güzel yıllar. Bedriye Aksakal, Şükran Farımaz, Birsen Kırbaş, Hakkı Avan... Gediz’in sadece bir nehir olmadığını dünyaya anlatma aşkımız. “Gediz, vakit ve nakit bulduğunda çıkar.” dediğimiz yıllar. Yazamadığım, okuyamadığım her şiire açlık çekmem. Ulusal yayında ilk şiirimin Kum dergisinde “Karanfil Elden Ele” olduğu, olması gerektiği yıllar. Yeni dergilere yelken açmalar. Yazıp yazıp tükenmeler, yazıp yazıp birikmeler. Doksanlar noksanlar…

***

Büyüyerek hata edenlerden olmak ne kadar üzse de insanın tutamadığı tek şey zaman. Yaşım çok ileri sanılmasın, daha kırklarımdayım. Çokça ileri bir yaşta olmasam da 80’lerdeki Manisa ile bugünün büyükşehrini karşılaştıracak kadar değişti şehrim. Çok eskilere gitmeye gerek yok, 80’lerin sonu hatta 90’larda bile insanların birbirini tanıdığı sokaklarla doluydu Manisa. Ev gezmeleri daha bir samimiydi; komşular, akrabalar arasında. Esnaf, müşterilerini isimleriyle bilirdi. Şimdilerde öyle mi? Değil elbet. Gelişen ve yalnızlaşan bir dünyanın sonucu olmalı bu durum. İnsanlar daha bir içine kapandı. Ekonomik sorunlar, değişen ve insanı boğan yaşam koşulları bunun bir sonucu...

Mahallemizin bakkalı ne kadar Manisa ise biz de o kadar çocuk.  Memlekette bakkal mı kaldı şimdi? Kaldı elbet, Manisa’nın ara sokaklarında hâlâ bulabilirsiniz, sayıları az da olsa. Mavi önlüklü mahalle bakkalı metaforu dizilerde, romanlarda kaldı metropoller için denilebilir. Sadece bakkallar değil, can çekişen ve batıp tükenme tehlikesinde olan küçük esnaflık da Manisa sokaklarında sıkça karşınıza çıkacaktır. Onları görmezden gelmemenizi dilerim.

***

Uzun uzadıya yazmak istemiyordum nedense yazıya başladığımda. 80’lerin başında doğmuş bir çocuk, ne yaşar Manisa’da doğduysa?

Ne güzeldi o yıllar demeyecektim oysa. Satırlar ve bilinç akışı neler neler getirdi. İnsan bu coğrafyada 80’lerde nasıl bir çocukluk yaşarsa oydu benim de yaşadığım. Korku, sakınma, ihtilaller… “ihtilallerle bir kez gelen gitmek bilmiyordu” demiştim bir başka şiirimde. İhtilal kalıntısında çocuk olmak neyse oydu bizimki işte. Z kuşağı çocukları gibi yaşayamadık çocukluğu… Onların bildiği bir ihtilal yok, intihallerse zaten olağan... Onlar için her şey olağan…

Onları uyandırmak için aynalar diliyorum, aynalara bir kez baksınlar istiyorum.

Yalan söylemez aynalar, diyerek başlıyor benim ayna yazılarım. Her hafta buradan aynalar dileyeceğim. Bir kez daha kendinize, topluma, dünyaya bakmamız için.